Hakkı verilen kılıç ve Mekke ordusunun hezimeti
O gün Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), eline aldığı bir kılıcı ashâbına arz etmiş ve:
– Bu kılıcın hakkını kim verecek, diye sormuştu. Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Zübeyr gibi sahabîler, bu kılıca talip olmuşlar; ancak onu Efendimiz’in elinden almaya bir türlü muvaffak olamamışlardı. Kılıç hâlâ Allah Resûlü’nün elinde duruyor ve O da, üst üste sorusunu tekrarlıyordu. Belli ki maksat, zahirde anlaşılandan daha farklıydı. Nihâyet Ebû Dücâne ileri atıldı ve:
– Bu kılıcın hakkı nedir yâ Resûlallah, diye sordu. Bunun üzerine Efendiler Efendisi:
– Düşmanın arasına dalıp eğilip bükülünceye kadar vuruşmandır, buyurdu. Ebû Dücâne bu işin üstesinden geleceğini düşünüyordu ve:
– Bu kılıcı ben, hakkını vermek için alıyorum yâ Resûlallah, dedi. Büyük bir sorumluluktu bu ve böyle bir sorumluluk, Uhud meydanını dolduran nice dev kametin arasından ona nasip oluyordu. Hâlbuki o (radıyallahu anh), zayıf yapılı bir adamdı. Ancak savaşın hakkını vermesini bilirdi. Bilhassa böyle durumlarda başına kırmızı bir sarık sarardı. Onun bu kırmızı sarığı başına sardığını görenler, ortalığın kızışacağını ve Ebû Dücâne’nin de, ya kendisi ya da karşısındaki ölünceye kadar savaştan geri durmayacağını anlarlardı. O sarığı Ebû Dücâne Uhud meydanında da başına sarmıştı. Hatta Ensâr, onun bu hâlini görünce kendi aralarında:
– Ebû Dücâne, ölüm sarığını sarmış, diye konuşmaya başlamışlardı bile.
Onun bu heyecanını gören ve ortaya koyduğu hassasiyetten memnun olan Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Ebû Dücâne’ye bir hedef daha gösterecek:
– Bunu sana verince umarım ki sen, düşmanın önünden girip arkasına kadar gidersin, buyurduktan sonra kılıcı ona verecekti.
Kılıcı alan Ebû Dücâne, düşman saflarına doğru ilerlerken öyle bir alım ve çalımla yürüyordu ki, onun bu yürüyüşünü arkadan seyreden Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), ashâbına şunları söyleyecekti:
– Bu yürüyüş, sadece bu gibi durumlarda olabilecek bir yürüyüştür; yoksa normalde bu, Allah’ın hoşnut olmadığı bir yürüyüştür!
Sevinçten uçacak hâle gelen Ebû Dücâne, şiirler söyleyerek düşman saflarına dalmış, artık gözlerden kaybolmak üzereydi. Kılıcın, kendisine değil de Ebû Dücâne’ye verilme sebebini merak eden Hz. Zübeyr de peşinden gidip düşman saflarına karışmıştı. Gözünün bir ucuyla da Ebû Dücâne’yi takip ediyordu. Önüne gelen kâfirin kellesini alıyor ve safları yara yara arkaya doğru ilerliyordu. Kılıç körelip de kesmez hâle gelince onu taşa çalıp yeniden biliyor ve yeniden yoluna devam ediyordu. Müşrikler arasında, Müslümanlara çok zayiat verdiren bir adam vardı ve Ebû Dücâne onunla da karşılaşmış, onun da işini bitirmişti.
Artık Ebû Dücâne, Efendimiz’in hedef gösterdiği nihaî noktaya ulaşmak üzereydi. Zira safların en arkasındaki kadınların yanına kadar gelmişti. Karşısına, onlar arasında kâfirleri savaşa kışkırtan bir kadın dikilivermişti. Kılıcını kaldırdığı gibi başından aşağıya doğru indirecekti ki Uhud meydanı, Ebû Süfyân’ın hanımı Hind’in:
– İmdat, diye bağırmasıyla yankılandı. Ancak onun imdadına koşacak kimse yoktu ve bir anda Ebû Dücâne, kaldırdığı kılıcı geri çekti ve:
– Allah Resûlü’nün kılıcını bir kadının kanıyla kirletmeyeyim, düşüncesiyle geri çekildi ve elinde imkânı olduğu hâlde son darbeyi vurup da orada Hind’i öldürmedi.1
Mekke ordusunun hezimeti
Uhud’daki ilk mübâriz ve Müslümanlara meydan okuyan Talha İbn Ebî Talha yere düşüp de ölünce, Kureyş’in sancağını aynı aileden diğer akrabaları kaldırıp taşımaya başlamışlardı. Sırayla bunlar, Osman İbn Ebî Talha, Ebû Sa’d İbn Ebî Talha, Müsâfi’ İbn Talha, Hâris İbn Talha, Kilâb İbn Talha İbn Ebî Talha, Cülâs İbn Talha İbn Ebî Talha idi. Bunların hemen hepsi ya Talha’nın kardeşi ya oğlu ya da amca oğluydu. Aynı aileden yedi kişi müşriklerin sancağı altında can vermişti.
Elbette bu, bir anda olup biten bir olay değildi; ancak sonuç değişmiyordu. Cülâs’ın da öldürülmesinden sonra bu sancağı Ertât İbn Şurahbîl kaldıracak, çok geçmeden o da öldürülünce bu sefer Ebû Zeyd İbn Umeyr, o da öldürülünce Kâsıt İbn Şurahbîl, Mekke müşriklerine ait sancağı eline alacak ve Uhud’da dalgalandırmaya çalışacaktı.
Nihâyet o da öldürülünce sancağı taşıma işi kadınlara kalmıştı. Ardı ardına sancağın yere düştüğünü gören müşrik ordusu, peş peşe bozgun yaşıyordu. Sancağı her eline alıp kaldıranın boynu yere düşünce, artık aralarında onu kaldıracak yüreği taşıyan bir adam kalmamıştı. Bunu gören arka saflardaki kadınlardan Amra Binti Alkame yerdeki sancağı alıp dalgalandırmak istemişti.
Ancak çoktan iş işten geçmişti. O sancağın kalkmasının artık bir anlamı kalmamıştı. Büyük bir hezimet yaşanıyordu. Kaçan müşrik askerleri durdurmak için müşrik kadınlar kendilerini parçalıyorlardı ama bunun bir faydası olmayacaktı. Bilhassa Ebû Süfyân’ın hanımı Hind, kadınlar gibi korkarak kaçan müşriklere çıkışıyor ve onları durdurmak için kendini siper ediyordu.
İkide bir yere düşen sadece sancak da değildi; Amra Binti Alkame’nin onu alıp kaldıracağı ana kadar müşriklerin arasında birçok insan yere cansız düşmüş ve bir daha da kalkamamıştı. Her taraftan kan kokusu geliyordu.
Artık Müslümanlara, kaçan müşrikleri takip edip kovalamak kalmıştı. Allah (celle celâluhû), İslâm adına yeni bir zafer daha nasip ediyordu.
Yazar: Dr. Reşit Haylamaz