Esirler konusundaki hassasiyet, istişare ve ilahi ikaz
Bu arada ashâbına, esirler konusunda duyarlı olmalarını söylemiş ve onlara hayırla muamele edilmesini istemişti. Hatta bu emri yerine getirmek için o gün sahabe, yemek vakti gelince kendileri hurma ile yetinirken esirlerine ellerindeki en güzel yemeklerini verdiler. Daha sonra Müslüman olacak olan Ebû Zeyd, konuyla ilgili bir hatırasını anlatırken bu noktaya işaret edecek ve:
– O gün ben de, Ensâr’la birlikte Medine’ye getirilenler arasındaydım. Yemek vakti gelip de bir şeyler yemek istediklerinde onlar, Resûlullah’ın tavsiyesini yerine getirmek için ellerindeki ekmeği en önce bana veriyorlar, kendileri ise hurma yiyerek açlıklarını gidermeye çalışıyorlardı. Hatta onlardan birisi o gün, elinde bulunan ekmeği uzatıp da bana verince, onu alıp da yemekten hayâ eder ve bu ekmeği yanımdaki bir başkasına verirdim ve çoğu zaman da bu ekmek, yeniden bana geri gelirdi.
Esirlerin Medine’ye getirildikleri ilk gece Efendimiz’in gözüne uyku girmemiş, sabaha kadar uyuyamamıştı. Bunun farkına varan bazı sahabîler, uyku tutmamasının sebebini sorduklarında Efendimiz onlara şu cevabı verecekti:
– Abbâs’ın inlemesi beni uyutmadı!
Bunu duyan bir sahabî hemen yerinden kalkacak ve doğruca Hz. Abbâs’ın yanına gelerek onun bağlarını çözecekti. Bir müddet sonra Efendimiz sordu:
– Abbâs’ın iniltilerini niye duymuyorum?
Hz. Abbâs’ın bağlarını çözen sahabî ileri atıldı ve:
– Ben onun bağlarını çözdüm yâ Resûlallah, dedi. Bunu duyan şefkat peygamberinin yüzünde güller açmaya başlamıştı. Belli ki yapılan bu muameleden çok memnun olmuştu. Ancak O (sallallahu aleyhi ve sellem), aynı zamanda adaleti temsil eden bir peygamberdi ve Hz. Abbâs’ın bağlarını çözen sahabîye:
– Git ve esirlerin hepsinin bağlarını çöz, buyurdu.
Bu, işin bir tarafını oluşturuyordu; diğer yandan yeni karşılaşılan bu duruma bir çözüm bulunmalıydı. Zira savaş ilk olduğu gibi esirler konusu da bir ilkti ve ne yapılacağı konusunda önlerinde misal teşkil edebilecek herhangi bir uygulama yoktu. Henüz ilâhî bir emir de gelmemişti. Hüküm yok diye esirleri geri de gönderemezlerdi; çünkü bu, geri döner dönmez yeniden savaş hazırlıklarına başlayacakları açıktan belli olan müşrik cephenin ekmeğine yağ sürmek anlamına gelirdi.
Onun için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), önce ashâbını topladı ve onlarla, esirler konusunda atılacak adımları istişare etmeye başladı. Her şey, bir ilkti ve bugün atılacak adımlar, daha sonraları da kullanılacak birer metod olacaktı.1
Allah Resûlü:
– Şu esirler konusunda ne düşünüyorsunuz, diye soruyor; “Onların çoğu dünkü kardeşleriniz olsa da Allah (celle celâluhû), bugün onları sizin vereceğiniz karara muhtaç bıraktı.” diye ilave ediyordu. Hz. Ebû Bekir öne çıktı:
– Yâ Resûlallah, dedi. Onlara karşı Allah (celle celâluhû) Sana yardım edip Seni üstün kılsa da onlar, yine de Senin ehlin ve akrabaların! Bunların kimi amca oğlu, kimi aynı kabilenin müntesibi ve kimi de kardeşler! En iyisi bunları Sen, kendilerinden fidye almak suretiyle serbest bırak. Böylelikle, onlardan alınanlar bizim küfre karşı elimizi güçlendirir. Belki de Allah (celle celâluhû), böylelikle onların kalbini Sana karşı yumuşatır ve onlar da bir gün Sana gelir ve destek olurlar!
Sâdık Yâri’nin kanaatini aldıktan sonra bir diğer arkadaşına dönerek:
– Peki, sen ne diyorsun ey Hattâboğlu, diye sordu.
– Yâ Resûlallah, diye başladı Hz. Ömer. Bunlar, Seni yurdundan çıkarıp kovan, Seni yalancı ilan eden ve Seni öldürmek için yola çıkıp Seninle savaşan insanlar! Ben, Ebû Bekir gibi düşünmüyorum; bana kalırsa, falanı bana teslim edin ve onun boynunu ben vurayım! Ali’ye Akîl’i bırakın; o da onun işini bitirsin! Hamza’ya da kardeşi filanı bırakın; o da onun kellesini alsın! Tâ ki Allah (celle celâluhû), bizim kalbimizde müşriklere ait zerre kadar bir sevgi olmadığını görsün! Çünkü bunlar, Kureyş’in en önde gelen imamları ve onları sevk eden akıl babaları; bunların boyunlarını vurdur! Senin elinde bunları esir olarak kalmasına benim gönlüm razı değil!
Bu arada, Abdullah İbn Revâha ileri atılarak:
– Yâ Resûlallah, dedi. Gördüğüm kadarıyla bu vadide, bir hayli çalı, çırpı ve odun var; onlar içindeyken bu vadiyi ateşe veriver!
İbn Revâha’nın bu teklifi üzerine, onun sesini duyan amca Abbâs:
– Akrabalık bağlarını kökünden kestin, diyerek tepki gösterecekti.
Ashâbının fikrini aldıktan sonra Efendiler Efendisi, içeri girdi. Dışarıda bekleyen ashâb, kendi aralarında konuşuyordu; bir kısmı, Ebû Bekir’in fikrine göre hareket edip onları fidye karşılığında serbest bırakacak; diğer bir kısmı, Ömer’in kanaatine göre hüküm verip hepsini öldürecek; bir diğer grup da, Abdullah İbn Revâha’nın düşüncesini hayata geçirip onları yakacak, diye yorum yapıyordu. Bir müddet sonra Efendimiz yeniden dışarı çıktı:
– Şüphesiz ki Allah (celle celâluhû), bazı insanların kalbini öyle yumuşatmış ki, sanki onlar en yumuşaktan daha yumuşak! Bazılarının kalbini de öyle katılaştırmış öyle katılaştırmış ki, taştan daha sert, dedi ve ilave etti:
– Sen, ey Ebâ Bekir! Melekler arasında, rahmetle yere inen Mîkâîl’e, Peygamberler arasında da, “Onlardan her kim bana tâbi olursa o bendendir; kim de bana isyan edip yüz çevirirse Sen, merhametinle muamele edip affınla onları mağfiret edersin”2 diyen İbrâhîm’e ve ‘Şâyet onlara azap edersen; onlar Senin kulların; şâyet onlara affınla muamele edip günahlarını bağışlarsan, bu da Senin şanındır; çünkü Sen, Azîz ve Hakîm’sin”3 diyen İsâ’ya benziyorsun!
Arkasından Hz. Ömer’e döndü:
– Sen de ey Ömer, dedi. Melekler arasında, şiddet, katılık ve Allah düşmanlarını cezalandırma düşüncesiyle inen Cibrîl’e, peygamberler arasında da, “Allah’ım! Yeryüzünde kâfirlerden bir tane bile bırakma”4 diyen Nûh ile, “Allah’ım! Onların mallarını akîm, kalplerini de perişan eyle ki, azâb-ı elîmi gözleriyle görünceye kadar iman edemesinler.”5 diyen Mûsa’ya benziyorsun!
Sonra da ikisine birden seslendi:
– Şâyet siz, bir konuda ittifak etseniz, Ben size muhalefet etmem!
Daha cümlelerini bitirmemişti ki, Abdullah İbn Mes’ûd’un sesi duyuldu:
– Yâ Resûlallah, diyordu. Süheyl İbn Beydâ istisna olsun! Çünkü ben, ondan İslâm’la ilgili güzel şeyler duydum; neredeyse Müslüman olmak üzere!
Gönüllere inşirah veren bir haberdi bu ve hemen oracıkta Resûl-ü Kibriyâ Hazretleri durdu. Bunu duyan Abdullah İbn Revâha, daha sonra şunları söyleyecekti:
– O gün, “Süheyl İbn Beydâ istisna olsun” sözünü Resûlullah’tan duyduğumda korktuğum kadar, üzerime semadan taş yağacağından endişe ettiğim bir başka gün hatırlamıyorum.
Genel kanaat belli olmuştu. Efendimiz’in kanaati de bu istikametteydi. Zira, bugüne kadar gelen âyetler, insanları affederek hikmet ve mev’ize-i hasene ile davet üzerinde duruyordu. Kur’ân’la bütünleşmiş bir ruh olarak herkesi affetmek, O’nun karakteri hâline gelmişti ve O da, genelin kanaatine uyarak esirlerin, fidye karşılığında serbest bırakılmaları gerektiğini söylüyordu.
Fidye miktarı olarak o gün, dört bin ûkiyye tespit edilmişti.6 Yine de, esnek bir uygulama ortaya konuluyor ve bu miktarı bulamayanlara da müsamaha ile bakılarak bu rakam, daha aşağılara kadar çekilebiliyordu.
Bir de, hiçbir şeyleri olmayan fakir insanlar vardı; gönül, bunların da hürriyetlerini kazanmalarını istiyordu ve çok geçmeden buna da bir çare bulundu. Tespit edilen fidye bedelini ödeyecek gücü olmayanlar, Müslümanlardan on delikanlıya okuma yazma öğretecek ve buna karşılık hürriyetlerini elde edeceklerdi.7
Buna rağmen, hem malı olmayan hem de okuma yazma öğretme imkânı bulunmayanlar da zorda bırakılmayacak ve onlar da, bundan sonra Müslümanlığın aleyhinde konuşmamak ve aleyhte olanlara da yardım etmemek şartıyla serbest bırakılacaktı. Ebû Izze olarak bilinen Amr İbn Abdullah bunlardan biriydi.8
İlâhî İkaz
Aradan bir gün daha geçmiş; Hz. Ömer, Efendimiz’in huzuruna gelmişti. Efendimiz Hz. Ebû Bekir’le baş başa vermiş, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Ömer’i endişelendiren bir manzaraydı bu ve:
– Yâ Resûlallah, dedi. Sizi ağlatan da nedir? Niye ağlıyorsunuz? Ağlanacak bir durum varsa, ben de sizlerle birlikte ağlar, en azından ağlayamasam da sizinle birlikte kendimi ağlamak için zorlarım!
Olanlardan haberi yoktu ve içinden geldiği gibi konuşup samimiyetini ortaya koyuyordu. Resûl-ü Kibriyâ Hazretleri, onun saf ve duru simasına baktı ve şunları söylemeye başladı:
– İbn Hattâb’ın sözüne muhalefetten dolayı neredeyse biz, büyük bir azaba düçar olacaktık! Ve şâyet o azap gelmiş olsaydı, o azaptan sadece Hattâboğlu Ömer kurtulmuş olacaktı! O azap, işte şu ağacın yanında Bana arz edildi.
Meğer, bu arada Cibril-i Emîn gelmiş ve bahsi edilen ağacın yanındayken Yüce Mevlâ’dan vahiy getirmişti. Gelen vahiyde Allah (celle celâluhû), Bedir’de esir alınan insanlar hakkında şunları söylüyordu:
– Bir peygamberin, dünyada zafer kazanıp küfrü zelil kılmadıkça, esirler edinip onları fidye karşılığında serbest bırakması uygun düşmez. Siz, dünya metaını istiyorsunuz; Allah ise, ahireti kazanmanızı diliyor. Allah, Azîz ve Hakîm’dir; üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibidir.
Eğer, yanılma neticesi verilen hükümlerden ötürü azap etmeyeceğine dair Allah’ın Levh-i Mahfûz’da yazdığı daha önceki hüküm olmasaydı, aldığınız fidyeden dolayı size büyük bir azap dokunurdu.
Şu kadar var ki, bundan böyle fidye ve ganimet size mübah kılındı. Artık, aldığınız ganimetleri helal ve hoş olarak yeyin. Allah’a karşı gelmekten sakının; gerçekten Allah, Gafûr ve Rahîm’dir; affı bol, ihsanı da geniştir.9
Yazar: Dr. Reşit Haylamaz
Dipnot:
- Bu arada Cebrâil’in gelerek, Efendimiz’in esirler konusunda dilediğini yapma konusunda serbest olduğunu bildirdiği de rivâyetlerde yer almaktadır. Bkz. Abdurrezzak, Musannef, 5/209; Nesâî, Sünenü’l-Kübrâ, 5/200; İbn Sa’d, Tabakât, 2/22
- Bkz. İbrâhîm, 14/36
- Bkz. Mâide, 5/118
- Nûh, 71/36
- Yûnus, 10/88
- Bir ûkiyye, 1283 grama tekabül eden eski bir ağırlık ölçüsüdür.
- İslâm’dan önce de Mekke ehli, okuyup yazma açısından Medinelilere göre daha önde bulunuyordu. Bkz. İbn Sa’d, Tabakât, 2/22; Beyhakî, Sünen, 6/322; İbn Seyyidinnnâs, Uyûnu’l-Eser, 1/373
- Bkz. Buhârî, Sahîh, 4/1474 (3793); İbn Hişâm, Sîre, 3/211
- Enfâl, 8/67, 68, 69