Efendimiz (sas) Kâbe’nin İçinde

1.030

Fetih sonrası Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), yanına Hz. Bilâl’i çağırdı. Osman İbn Talhâ’nın yanına gitmesini ve ondan Kâbe’nin anahtarlarını alarak kendisine getirmesini istiyordu. Uzun uğraşlar sonunda annesinden anahtarı alabilen1 Hz. Osman, onu kaptığı gibi Kâbe’ye doğru koşmaya başlamıştı. Olacak ya, tam da Efendimiz’e yaklaştığı sırada sürçecek ve yere düşecekti; annesinden zoraki aldığı anahtar şimdi de elinden düşüp bir tarafa savruluvermişti! Ancak bunda da bir hayır vardı; zira bugüne kadar Kâbe’nin anahtarlarını hep yanında bulunduran Benî Talhâ ailesi, kendilerinden başka kimsenin onu açamayacağını düşünüyor ve bu sebeple aileye bir nevi kutsiyet atfediyorlardı ve şimdi, Resûlullah’ın bir hamlesiyle bu yanlış telakki de yıkılacaktı! Efendiler Efendisi anahtarın düştüğü yere vardı ve elbisesinin ucuyla onu tutarak eline aldı. Sonra da gidip bizzat kendi elleriyle Kâbe’nin kapısını açtı; ilk kez Kâbe, sahibine açılıyordu!

Ancak Kâbe’nin içi, resimlerle doluydu ve Allah Resûlü, Hz. Ömer’i görevlendirerek bunların hepsini yok etmesini istedi; Kâbe, şirk emarelerinden tamamen temizlenmeden içeri girmiyordu! Şimdi ashâbda tatlı bir telaş başlamıştı; kimi Zemzem taşıyor, kimi de eline aldığı bir bezle Kâbe’nin içini temizliyordu!
Temizlik işi bitirilip de Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) içeri girdiğinde gözüne Hz. İbrahim, Hz. İsmail ve Hz. Meryem olduğunu söyleyip durdukları bazı resimler takılacaktı; belki de onları, saygılarından temizleyip yok etmemişlerdi! Ancak Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) çok kararlıydı ve hemen Hz. Ömer’e dönerek:

– Yâ Ömer, diye çıkıştı ona. “Ben sana, burada hiçbir resim bırakmayacaksın diye emretmedim mi? Allah onların canını alsın! Hz. İbrâhim’i elinde ok çeken bir ihtiyara benzetmişler! Allah kahretsin onları; hâlbuki onların hepsi de, ne Hz. İbrahim’in ne de Hz. İsmail’in fal oku çekmediklerini çok iyi bilirler! Buradaki bütün resimleri temizleyin; yaratıp da hareket ettirmeye güç yetiremediklerini resmetmeye kalkan bu insanları Allah kahretsin!”

Resûlullah’ın gösterdiği bu hassasiyet, ashâbı da harekete geçirmiş ve hemen, üstlerindeki giysilerle Kâbe’yi temizleme yarışına girişmişlerdi!

İşte şimdi olmuştu ve Efendiler Efendisi, yanında Hz. Üsâme, Hz. Bilâl ve Osman İbn Talhâ olduğu hâlde Kâbe’nin içine girdi. Allah Resûlü’yle birlikte Kâbe’nin içine girme işi, o kadar ashâb arasından sadece bu üç kişiye nasip olmuştu! Artık emr-i nebevî ile kapı içeriden kapatılmış ve başkasının girmesine imkân vermiyordu.

Bu sırada Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) orada, uzun hurma dallarından yapılmış bir güvercin heykeli bulmuş ve onu da kendi elleriyle kırıp atmıştı. Efendiler Efendisi Kâbe’nin dört bir köşesini dolaşarak içinde tekbir getiriyor ve Allah’a hamd ediyordu. Sonra da iki direğin arasında durarak iki rekât namaz kılacaktı!

Dışarıda ise ashâb-ı kirâm hazretleri, merakla bekleşiyordu; acaba Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), içeride ne yapıyordu! Süre uzadıkça merak da artar olmuş ve sabırsızlıktan çatlayacak hâle gelmişlerdi. Bu sırada Hâlid İbn Velîd gibi bazı kimseler, herhangi bir izdihama sebebiyet vermemek için ashâbı Kâbe kapısından uzaklaştırmaya çalışıyorlardı. Haklıydı da; zira kapı aralanır aralanmaz herkes, oraya doğru yönelmek isteyecekti! Meraklı gözler şimdi, Efendimiz’in yanındakilere soruyordu:

– Resûlullah, içeride ne yaptı? Namaz kıldı mı? Namazını nerede kıldı?

Bir tarafta Hz. Bilâl ile Hz. Üsâme bu soruları cevaplayadursun Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), elinde anahtarlar olduğu hâlde Kâbe’den çıkmış ve avluya inmişti, tuttu orada da, Kâbe’ye yönelerek iki rekât namaz kıldı ve arkasından da:

– İşte, kıble budur, buyurdu. Böylelikle, kıble konusunda zihinlerde oluşabilecek sorulara da cevap vermiş oluyordu.

Derken öğle vakti girmiş ve Resûlullah da yanına yine Hz. Bilâl’i çağırmıştı; Kâbe’nin üstüne çıkıp da ezan okumasını istiyordu. Aynı zamanda bu, Mekke hakkında söylenecek son söz manasına geliyordu! Artık Hz. Bilâl’in sesi, yıllarca ‘Ehad! Ehad!’ diyerek inlettiği Fârân dağlarına çarpıp geri geliyor, hâlâ hazımsızlık yaşayan Mekkelilerin yüreğine ok gibi işliyordu! Hatta bu sırada Kâbe’nin avlusunda bulunan Hâris İbn Hişâm ile Attâb İbn Esîd, etraflarındaki bir grupla birlikte oturmuş kendi aralarında konuşmaya başlamışlardı. Babası Esîd’i kastederek Attâb:

– Allah Esîd’e ne büyük lütufta bulunmuş; bak bugün, duyduğu zaman öfkeden kuduracağı şu sesi duymuyor, demişti. Hâris ise:

– Vallahi bilsem ki O hak üzeredir; gider ve O’na tâbi olurum, diye karşılık veriyordu. Süheyl İbn Amr da, Hâris’e katıldığını söylerken bu sırada bir başkası devreye girecek ve:

– Şu siyahî kölenin Kâbe damına çıkıp da böyle bağırdığını görmeden önce Allah, Saîd’in ruhunu kabzetmekle meğer ne büyük lütufta bulunmuş, diyecekti. Hakem İbn Ebi’l-Âs ise:

– Benî Cümeyh’e ait bir köle Ebû Talha’nın binasının üzerine çıkıp da böyle bağırabiliyor ya, bu gerçekten de çok büyük bir hadise, diyerek tepkisini dile getiriyordu. Onları dinlemekte olan Ebû Süfyân, önceki tecrübelerinin de bir neticesi olarak temkinliydi:

– Ben bu konuda hiçbir şey diyemem, dedi önce. “Zira eğer ben bir şey konuşacak olursam şu taşlar bile gidip O’na haber verirler!”

Gerçekten de Ebû Süfyân’ın dediği olmuştu; Cibril-i Emîn gelmiş ve durumdan Allah Resûlü’nü haberdar etmişti. Bunun üzerine Sultan-ı Rusül Efendimiz, onlara dönerek:

– Sizin şöyle şöyle dediğinizi biliyorum, diye seslendi. Yıldırım çarpmış gibi olmuşlardı; gerçekten de Ebû Süfyân haklı çıkmıştı! Bilhassa Attâb ve Hişâm, can evinden vurulmuşlar:

– Biz de şehadet ederiz ki Sen, gerçekten de Resûlullah’sın, diyorlardı. “Şu söylediklerimize bizden başka kimse muttali olmamıştı ki gelip de onları Sana haber versin!”

Bu sırada Hz. Osman, Mekke’den bu yana tanıdığı ticaret arkadaşı Sâib İbn Abdillah’ı Efendimiz’in huzuruna getirmiş ve hakkında güzel şeyler söyleyerek onu tanıtmaya başlamıştı. Efendimiz:

– Bana Sâib’i tanıtmaya çalışmayın; çünkü o Benim ortağımdı, diye başladı sözlerine. Sonra da ona dönerek:

– Hoş geldin ey kardeşim ve ortağım, diye seslendi. Bu sefer Sâib’i Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) tanıtmaya başlamıştı; zira Sâib, hayırsever ve dost canlısı bir adamdı; onun için Efendimiz:

– O, ne ortağını aldatır, ne de onunla çekişirdi, diyordu. Sonra tekrar Sâib’e yönelip:

– Ey Sâib, diye seslendi. “Cahiliyye döneminde sen, sevap olarak karşılığını göremediğin bir kısım iyilikler yapıyordun; hâlbuki şimdi sen, senden sevap olarak kabul görecek işler yapacaksın!”

Bu arada Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), yanında bulunan Hz. Ömer’e dönecek ve Hudeybiye günü yaşanılanları hatırlatırcasına ona şunları söyleyecekti:

– Ey Ömer! İşte o gün Benim size, “Ben, Allah’ın Resûlü’yüm” derken söylemek istediğim buydu; vallahi de İslâm’da, Hudeybiye Anlaşmasından daha büyük bir fetih yoktur! Ancak o zaman insanların aklı, olup bitenleri kavramaya yetmemişti!2


Dipnot:

  1. Anahtarı getirmesi gecikince Allah Resûlü (s.a.s.) ashâbından bir grubu onun evine gönderecek ve bunun üzerine annesi ikna olup anahtarı ancak o zaman verecekti. Bkz. Vâkıdî, Meğâzî, 1/833; Sâlihî, Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd, 5/237
  2. Fethin yaşanmaya başlanmasıyla birlikte pişmanlıkla kıvranmaya başlayan Hz. Ömer’de şok tesir icra eden sözlerdi bunlar ve o günden sonra o, Hudeybiye günü yaptığı çıkışlarından dolayı kendi kendisine, ömür boyu nafile namaz kılacağı, oruç tutacağı, zekat ve sadaka dağıtıp tevbe ve istiğfar edeceğinin sözünü verecekti. Bkz. Vâkıdî, Meğâzî, 1/607; İbn Seyyid, Uyûnu’l-Eser, 2/120; İbn Kesir, Sîre, 3/320, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 4/192
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.