Ebû Tâlib’e Son Müracaat
Yılların yorgunluğu, artık Ebû Tâlib’in belini bükmüş; adımlarını bile atarken zorlanacak hale getirmişti. Artık, ayağının biri mezarda sayılırdı. Sadece kendisinin değil, aynı zamanda kabilesinin yükünü de bugüne kadar omuzlarında taşımış; herkesin karşı çıkmasına rağmen, bir de yeğeninin sorumluluğunu üstlenerek mihnet koylarında iniltili bir hayat sürmüştü. Belli ki artık, yeni bir yük daha kaldıracak durumda değildi.
Bir Ramazan ayıydı. Artık Ebû Tâlib de hastaydı ve öyle görünüyordu ki, bu hastalıkla birlikte ebedî âleme göç edecekti. Kısa zamanda hastalık haberi Mekke’ye de yayılmış, ziyaret için yanına gelenlerin sayısı her geçen gün artıyordu.
Beri tarafta ise, her şeye rağmen küfür cephesi boş durmuyordu. Onun bu halini de bildikleri için, çok geçmeden Utbe ve Şeybe İbn Rebîa, Ebû Cehil, Ümeyye İbn Halef ve Ebû Süfyan gibi Kureyş’in ileri gelenlerinden yaklaşık yirmi beş kişi, bir araya gelmiş ve Ebû Tâlib’le son kez konuşmak üzere anlaşmışlardı. İçinde bulundukları hâli arz ederken kendi aralarında şöyle konuşuyorlardı:
– Hamza ve Ömer de Müslüman oldu; onları da kaybettik. Muhammed’in işi, kabileler arasında da yayılıp gidiyor. Gelin, Ebû Tâlib’e gidelim de kardeşinin oğlunu bize teslim edip, O’nu bize versin! Başka türlü biz, vallahi de bu işin üstesinden gelebilecek gibi görünmüyoruz.
– Bu ihtiyardan da korkuyorum işin doğrusu; ölüp giderken Muhammed’in dediklerini diyecek ve sonra da biz, Arapların dilinden kurtulamayacağız!
– En iyisi siz, şimdi beklemede kalın; yarın amcası vefat ettiğinde ortaya çıkar ve işini bitirirsiniz!
Bu ve benzeri fikirler ileri sürseler de, üzerinde ittifak ettikleri konu, vakit geç olmadan artık son demlerini yaşayan Ebû Tâlib’e son bir çıkarma yapmanın gerekliliğiydi. Yanına gidecek ve şu teklifte bulunacaklardı:
– Ey Ebû Tâlib! Şüphesiz ki sen, bizim durumumuzu da senin başına gelenleri de biliyorsun! Endişe edip durduğumuz hususlar da zaten belli! Yeğeninle aramızda yaşadıklarımız, kimseye gizli değil; her şey ortada! O’na söyle de; biz O’ndan, O da bizden uzak dursun! Bizim dinimizle ve anlayışımızla uğraşmayı bıraksın ki, biz de O’nun yakasını bırakıp dinine karışmayalım!
Ebû Tâlib açısından mesele, sanki yumuşamış gibiydi. Herkes kendi halinde bir hayatı yaşayınca, kimse rahatsız edilmez, yeğeni de güvende olurdu. Bu mülahâzalar içinde Allah Resûlü’nü çağırdı yanına:
– Ey kardeşimin oğlu! İşte şunlar, kavminin ileri gelenleri! Bir araya gelmiş ve Sana güvence veriyor, bir daha ilişmeyeceklerini söylüyorlar, dedi.
– Ben onlardan tek bir kelime istiyorum ki onunla onlar, Arapların bütününe hâkim olacaklar ve bu kelimeyle Acemler de, gün gelecek onlar gibi yaşamaya başlayacaklar.
Bu cümleden, Muhammed’in kendi tekliflerini kabul ettiği sonucunu çıkaran Ebû Cehil, hemen ileri atıldı ve:
– Bir tek kelime mi? Ne demek, istediğin kelime olsun; babanın hatırına yemin olsun ki, Sana bir değil; on kelime veririz, dedi. Artık, son nokta konulmalıydı ve Efendiler Efendisi:
– Lâ ilâhe illallah diyeceksiniz ve O’ndan başka ibadet ettiğiniz her şeyi bırakacaksınız, dedi. Bu, O’nun her fırsatta talep ettiği meseleydi. Ve her zaman olduğu gibi yine onların hoşuna gitmeyecekti. Ellerini birbirine çarpıp alkış tutmaya başladılar ve bir taraftan da, burun bükerek şöyle söyleniyorlardı:
– Yoksa, Sen ey Muhammed! Bütün ilahları tek bir ilah haline mi getirmek istiyorsun?
Bir başkası ileri atıldı ve ilave etti:
– Vallahi de bu adam, istediğiniz hiçbir şeyi size vermeyecek! Yine de siz, istediğinizi yapmaya devam edin ve sizinle onun arasındaki mesele çözülünceye kadar asla atalarınızın dinini bırakmayın!
Yine vahyin emareleri görülmüştü, Cibril-i Emîn yeni bir mesaj daha getiriyordu:
– İçlerinden kendilerini uyarıp irşad edecek birinin gelmesinden her nedense şaşırdılar ve o kâfirler, “Bu bir sihirbaz, bir yalancı! İşte tutmuş, bunca ilahı bir tek ilah yapmış! Bu gerçekten şaşılacak, çok tuhaf bir şey.” diyorlar.
Bu ifade, onların adım adım takip edildiklerinin açık bir yansımasıydı. Attıkları her adım takip ediliyor ve iç dünyalarında gizledikleri her şey, ummadıkları bir zamanda önlerine konulup açığa vuruluyordu. Zira, devamındaki ayet şöyle diyordu:
– İçlerinden önde gelen eşraf takımı derhal harekete geçip, “Hâlâ mı duruyorsunuz?’’ dediler. “Kalkın, yürüyüp gösteri yapın ve ilahlarınız konusunda direnip dayanacağınızı ilan edin. Bu, cidden yapılması gereken bir şeydir. Doğrusu biz, bu tevhid inancını son dinde de göremedik. Bu, sırf bir uydurma! Biz, bu kadar eşraf dururken, kitap gönderilecek bir O mu kalmış?”
Elbette, herkesin bir hesabı vardı; ama hesabı en son tutan, mutlaka her şeyin sahibi Allah (celle celâluhû) olacaktı:
– Hayır, hayır! Onlar benim buyruklarım hakkında tam bir şüphe içindedirler. Doğrusu onlar, henüz azabımı tatmadılar!1