Bir Sünnetullah: Allah, Değişeni Değiştirir!
İnanan insanlar, sürekli kendilerini geliştirmeli, kalbî ve ruhî hayatları itibarıyla hep “diriliş”ler yaşamalı; fakat, aynı zamanda kendi öz değerlerine bağlı, değişme fantezisinden uzak ve durdukları yerde “sabit-kadem” olmalıdırlar. Zira bir toplum veya topluluk, kendisine bahşedilen nimetlere mazhar olduğu andaki iman, marifet, safvet, samimiyet, azim, kararlılık ve hasbîlik gibi yüce hasletlerini yitirmedikten sonra, -ilahî âdete göre- o nimetlerin alınması ve o toplumun derbederliği asla söz konusu değildir.
Nitekim “Bir millet kendilerinde bulunan güzel ahlâk ve meziyetleri değiştirmedikçe Allah da onlara verdiği nimeti, güzel durumu değiştirmez.”1; “Bir toplum özündeki güzellikleri değiştirmedikçe, Allah Teâlâ da onlara lütuf buyurduğu nimetlerini ve iyi hali tağyir etmez.”2 ayet-i kerimeleri de bu hakikati dile getirmektedir.
Kendini yücelten ve ayakta tutan değerlerine sahip çıkmayan bir toplumda, değişme, başkalaşma ve duyarsızlaşma baş gösterir. Şayet insanlar, kendilerine bahşedilen nimetlere vesile olan güzel ahlâk ve sâlih amel gibi meziyetlerden uzaklaşır, bir deformasyona uğrar ve inanmışlığa yakışan iyi huylarını değiştirirlerse, Cenâb-ı Allah ilahî âdeti muktezasınca o topluluğa ihsan ettiği nimetlerini keser ve onların kötü hale düçar olmalarını hükme bağlar. İçten içe çürüyen, bozulan ve adeta mahiyet değiştiren bir toplum kıymetli bir emanetin emanetçisi olamayacağından, Allah Teâlâ İslamiyeti yüreklerinde taptaze duyacak yeni bir kavim getirir ve emanetini değişikliğe uğramış kimselerden alıp onlara teslim eder.3
Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) dâr-ı bekâya irtihalinden sonra, sahabe efendilerimiz sırf Allah’ın rızasını gözeterek hep birlikte, Allah’ın adının gönüllere nakşedilmesi; İslâm dininin şanına uygun bir biçimde yüceltilip yayılması; Efendimizin nâm-ı celîlinin dört bir yanda şehbal açması ve insanların cehalet karanlıklarından kurtulup imanın aydınlığına ermeleri istikametinde vazifelerini sürdürdüler.
Cenâb-ı Hakk da ortaya konulan sa’y ü gayret karşısında sahabe efendilerimize pek çok nimet nasip etti. Sahabiler dünya zimamını ele geçirmiş ve bütün dünyaya hükmediyorlardı. O günün dünyasındaki Bizans ve Sasaniler gibi iki büyük süper gücü dize getirmiş, yeryüzünün üç büyük kıtasında at oynatıyorlardı. O dönemde değişik devletler kurulmaya başlanmış, Afrika fethedilmiş, Anadolu içlerine kadar girilmiş, Amuderya’ya ulaşılmış, Çin Seddi’ne gidilmiş.. hâsılı çok şey elde edilmiş, ancak bunların yanında önemli bir şey de kaybedilmişti; o da vahdet-i ruhiye idi.
İşte bunu düşündükçe onlar geçmişi hatırlayıp kendi kendilerine, “Hey gidi günler! ” diyorlardı. Ne günlerdi, keşke o günler bir daha olsa!.. Yani Mekke günleri; o günler giyecek elbise, yiyecek bir şey bulamadığımız, çarmıha gerilip aç-susuz bırakıldığımız günlerdi.. o günlerde duygular ne saf, düşünceler ne duru, hep yükselme şeridinde daima Hakk’ın rızasını araştırarak hayrı takip etme mülâhazası ne güzeldi!. Hey gidi günler!..
Gün geçtikçe İslam devletinin hükmettiği coğrafi alan artıyor ve buna paralel olarak da Müslümanların maddi imkânları, refah düzeyleri yükseliyordu. Bu da İslâm coğrafyasında yaşayan mü’minlerin dünyaya bakış açısına tesir etti. Gerilim ve aksiyon gevşemeye, dava düşüncesi zayıflamaya başladı. Atalet hayatın bütün ünitelerini neredeyse teslim aldı. Bunun yanı sıra toplumun manevî dinamikleri olan rehber şahısların -ki çoğunluğunu sahabe-i kiram oluşturuyordu- teker teker ahirete irtihal etmeleri, kapanmaz boşlukların meydana gelmesine vesile oldu.
Zamanla nefis yemekler yemek, güzel elbiseler giymek, güzel eyerli atlara binmek, bahçelerde gezinip eğlenmek gibi servet ve medeniyete dal budak salmış âdetler çıktı. Medine’de yeniden yeniye pek çok binalar yapıldı. Şehir, bir uçtan Selâ dağına kadar uzanarak hayliden hayli genişledi. Ferah verici safalı evler, mamur ve güzel bahçeler ile cennet misali oldu. Çok kimseler, mal biriktirmek sevdasına düştü. Böyle sel gibi akıp gelen medeniyet ilerleyişi takvaya uygun gelmezse fetvaya uydurmak ve biraz da suyun akıntısına gitmek zamanın gereği olarak görülürdü.
Bunlar da beraberinde Müslümanlar arasında fitnelerin zuhur etmesine sebep oldu. Aslında Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu durumu gayb-bîn gözüyle görmüş, ashabını ve sonraki Müslümanları bir nevi uyarmıştır. Ukbe ibn-i Âmir (radıyallâhu anh) anlatıyor: Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir gün çıkıp Uhud şehidleri için cenaze namazı kıldı. Sonra minbere geçti ve şöyle buyurdu: “Ben, sizden önce (havuzun başına) varacağım ve size şahidlik yapacağım. Allaha yemin olsun ki şu anda Ben, havzımı görüyorum. Bana arzın hazinelerinin anahtarları verildi. Allaha yemin olsun ki ben artık sizin benden sonra şirke düşmenizden korkmuyorum. Fakat sizin dünya hususunda birbirinizle rekabete, çekememezliğe düşmenizden korkuyorum.”4
Bu itibarla, yüce ahlakî değerlerin ve ideallerin her zaman hayatımızın gayesi olması noktasında ödün vermemek, değişmemek ve hatta değişikliğin en küçüğüne karşı dahi tavır almak çok önemlidir. Çünkü değişme, başkalaşma ve duyarsızlaşma bir kere başladı mı, savaş ve yangın gibi nerede duracağı belli olmaz. Evet, bir türlü başkalaşan her türlü başkalaşabilir, dolayısıyla, o kapı hiç aralanmamalıdır. Bu mevzuda, biraz esnek ve gevşek davranan bir insanın, ilk çıkış noktasını unutacak kadar merkezden kopması, zamanla kendinden bütün bütün uzaklaşması, hiç farkına varmadan başkalaşması ve değişmesi her zaman söz konusudur.
Hayırlı bir çevre ve arkadaşlık halkası
Başkalaşmamanın en önemli dinamiği, en küçük bir değişmeye karşı çok kararlı durmak ve değişmemek için sürekli takviyeye başvurmaktır. Takviye vesilelerinin başında ise, hayırlı bir çevre ve arkadaşlık halkası gelir. İnsanın vefalı, samimi ve sâdık dostlarının olması büyük bir bahtiyarlıktır. Nitekim, Hazreti Ebû Bekir (radıyallahu anh) hilafet mesuliyetini üzerine alır almaz, halka hutbe vermiş ve sözlerini “Ey insanlar! Eğer iyi işler yaparsam beni destekleyin; yok eğrilirsem, o zaman da beni doğrultun!” cümlesiyle bitirmiştir.5
Hazreti Ömer (radıyallahu anh) de halife seçildiği gün, “Ey insanlar! Ben haktan ve adaletten ayrılırsam ne yaparsınız?” diye sormuş; “Şayet eğrilir ve haktan ayrılırsan, seni kılıçlarımızla doğrulturuz!” cevabını alınca da “Elhamdülillah! Eğrilirsem beni kılıçları ile doğrultacak arkadaşlarım var!” diyerek şükretmiştir.6 Evet, her insanın, “Kendi kendime ayakta duramayabilirim; fakat eğer düşersem, şu arkadaşlarımın omuzlarına düşmeliyim!” diyebileceği ve kendilerine itimat edebileceği dostları olmalıdır.
İnsanlığın İftihar Tablosu zamanında böyle kardeşlik köprüleri kurulmuş ve dostluk halkaları oluşturulmuştur. İlim ve zikir gayesiyle bir araya gelen ve omuz omuza veren insanlar mescitte halkalar teşkil etmiş ve herkesi onlardan birine dahil olmaya çağırmışlardır. Bu meselenin ehemmiyetine dikkat çekme sadedinde kaynak kitaplarda zikredilen “halka hadisi” çok ibret vericidir:
Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, Ashab-ı Kiram ile beraber bir halka halinde mescidde otururlarken, içeriye üç kişi girmiştir. Sonradan gelen o üç kişinin ikisi Rasûlullah’ın huzurunda durmuş; daha sonra onlardan biri halkada bir boşluk bularak oracığa oturmuştur. Diğeri de, halkaya dâhil olmasa bile cemaatin hemen arkasında bir yere oturmuştur. Üçüncü şahıs ise, mescidde durmamış, arkasını dönüp gitmiştir. O esnada ashabına nasihatte bulunan Rehber-i Ekmel Efendimiz, anlatmakta olduğu meseleyi bitirince şöyle buyurmuştur: “Bu üç kişinin halini size haber vereyim mi? İçlerinden biri Allah’a sığındı, Cenâb-ı Hak da onu ilahî himayesine aldı. Diğeri (arkadaşlarına sıkıntı vermekten) utandı, Allah da ondan (ona azap etmekten, Şanına yaraşır şekilde) haya etti. Öteki ise (o meclisten) yüz çevirdi, Allah da ondan (Zâtına has bir mahiyette) yüz çevirdi.”7
Evet, Sâdık u Masdûk Efendimiz, mü’minlerin meclisine sırt dönmeyi Allah’tan ve kendisinden uzaklaşma saymıştır. Demek ki, mutlaka halkaya dahil olmak ve onun içinde yer almak lazımdır.
Rahmet ve Bereket Cemaattedir!..
Mü’minlerin arasında bulunmak ve cemaat halinde yaşamak insana manevî bir kuvvet kazandırır. İnsan, cemaat içindeki temiz simaları tanıdıkça ve hâlis kulların ubudiyetteki derinliklerini gördükçe etrafına ve diğer müslümanlara daha farklı nazar eder. Ayrıca, Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) “Allah’ın inayet ve kudreti cemaatle beraberdir.”8 buyurmuştur. Demek ki, Cenâb-ı Hakk’ın cemaate özel bir teveccühü vardır; mü’minler arasında yer almak, nihayetsiz acz ü fakr içinde bulunan insanın sonsuz güç ve kudret sahibi Mevlâ-yı Müteâl’in inayeti ile yürümesine ve iş yapmasına vesiledir.
Diğer taraftan, çok defa kendi iman, marifet, muhabbet, aşk ve iştiyakımız bizi canlı tutmaya yetmeyebilir. Kimi zaman, bakışlarımız bulanabilir ve kalbimiz katılaşabilir; günlük hayatın çok çeşitli meşgaleleri içinde aşk u heyecanımız sönmeye yüz tutabilir. Bu muvakkat halin neticesinde -Allah korusun- sefahate düşebilir, özümüzden uzaklaşabilir ve yabancılaşma temayülleri gösterebiliriz. Fakat, şayet en az üç kişilik bir cemaat halinde olursak, o zaman diğer iki arkadaşımızdan hiç olmazsa birinin aşk u şevkinden beslenir, bir müddet onun marifet ve muhabbet çeşmesinden su içer ve yine kendi atmosferimizin havasını teneffüs edebiliriz. Bu itibarla da, her zaman arkadaşlarımızla beraber olmaya çalışmalı; böylece cemaatin bereketiyle hem kendimizi hem de kardeşlerimizi değişip başkalaşmalardan korumalıyız. İnsanın tek başınayken yüzde doksan ihtimalle düşebileceğini ama bir cemaat içinde düşme ihtimalinin belki ancak yüzde on olduğunu hatırdan çıkarmamalıyız.
Hikmetin Lisan-ı Fasihi (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) Efendimiz, “Din nasihattir.” buyurmuştur.9 Nasihat; hayırhahlık demektir; bir kimseye doğru yolu göstermek, yapması ve yapmaması gereken şeylere dikkatini çekmek ve onun hakkında hep hayır dileğinde bulunmak manalarına gelmektedir. Nasihat, insanları Allah’a, Rasûl-ü Ekrem’e ve Din-i Mübîn’e yönlendirmektir; onları, dünya ve ahiret hayatları hesabına faydalarına olacak işlere sevketmektir. İşte, başkalaşmamak ve bir deformasyona uğramamak için, insanın, yüreğini coşturup yumuşatacak, dumura uğramış duygularını canlandıracak, likâullaha (Allah’a kavuşmaya) iştiyakını kamçılayacak ve fikir dünyasını aydınlatacak nâsihlere de her zaman ihtiyacı vardır.
Sözün özü; kâinatta, kudret ve iradenin tecellileri olarak bildiğimiz “şeriat-ı fıtriye”ye ve kelâm sıfatından gelen ilâhî kanunlar mecmuasına riayet etmeyen toplumların veya manevî hayatlarında iç değişikliğine uğrayan milletlerin yarınki mahkûmiyetleri kaçınılmazdır. Geçmişte inkıraza uğramış ümmetlerin mezarı sayılan tarih, âvâz âvâz bu gerçeği haykırdığı gibi, “Bir toplum iç dünyası itibarıyla kendini değiştirmedikçe, ruh ve manada deformasyona uğramadıkça, Allah bahşettiği lütufları geri alarak o toplumun iyi halini tağyir etmez” ilahî beyanı da, hakimiyet-mahkumiyet, izzet-zillet hususlarında önemli bir hakikati ve Müslümanların halihazırdaki ciddi bir problemlerini hatırlatmaktadır.10
Dipnot:
- Enfal Sûresi, 8/53.
- Ra’d Sûresi, 13/11.
- Bkz. Mâide Sûresi 5/54; Muhammed Sûresi 47/38.
- Buhârî, Rikâk 53,7; Cenâiz 73, Menâkıb 25, Megâzî 17,27; Müslim, Fezâil 30 (2296).
- Bkz. Abdurezzak, el- Musannef 11/336; İbn Hişam, es-Sîratü’n-nebeviyye 6/82.
- Mevlâna Şiblî, Hz. Ömer ve Devlet İdaresi 2/297.
- Buhârî, ilim 8, salât 84, Müslim, Selâm 26.
- Tirmizî, fiten 7; İbn-i Hibbân, es-Sahîh 10/438.
- Müslim, îmân 95; Tirmizî, birr, 17; Ebû Dâvûd, edeb 59.
- Bkz. Gülen, Vuslat Muştusu, s.266.