Allah Resûlü’nün Hayatında İhtiyat ve Temkin

840

Tebliğde esas olan açıklık ve şeffafiyettir.1 Mükellefiyet şartlarına (irade, akıl, buluğ) sahip olan her fert, dinin muhatabıdır. Peygamberlerin vazifesi de ilahî mesajı, bütün muhataplarına ulaştırmak; onları, bunları kabule ve yaşamaya davet etmek, kendisine tabi olanlara ilahî hak ve hakikatleri, emir ve nehiyleri, helal ve haramları, talim buyurmaktır. Bu manada onlar, dine ait hiçbir emri gizlemedikleri gibi muhatap oldukları bütün insanlara da ulaşmaya çalışmışlardır. Fakat bunu yaparken ilahî yönlendirmeyi, içinde bulundukları zemin ve zamanı, sahip oldukları imkânı, kamuoyunu, tarihî realiteleri, beşerî gerçekleri, sosyal seviyeyi, ahlakî düzeyi, muhatapların psikolojisini ve konumlarını, yaşadıkları yerlerdeki hak ve hukuk şartlarını, insanlara tanınan fikir ve inanç hürriyetini ve ilahî emirlerin çerçevesini dikkate almışlardır. Risalet vazifesini, gelişigüzel değil ihtiyat ve temkin içerisinde; sistematik, periyodik ve farklı metodolojilerle sürdürmüşlerdir. 

Peygamberleri bu şekilde hareket etmeye sevk eden ana sebepler; 

  • Daveti tabii bir seyir içinde sürdürüp değişim ve dönüşümü zamana yaymak, 
  • Yerleşik olanın yeniye olan tepkisini en aza indirmek, 
  • Toplumda kargaşa meydana getirmemek,
  • Davete, kibir, kin, menfaat ve çıkar ekseninden yaklaşıp karşı çıkacak zalim yönetimlerin, insanları, korku atmosferine hapsetmesinin önüne geçmek,
  • İnananları koruma adına kuvvetler dengesini gözetmek,
  • Hakkı güçte gören, topluma tepeden bakıp insanları küçümseyen, en temel hak ve hürriyetler karşısında bile müsamahasız ve merhametsiz, kendisi adına problem gördüğü gelişmelerin üzerine şiddet, baskı ve zulümle yürüyen, muhatabını dinlemeye, anlamaya ve ortaya koyduğu şeylerin hak mı batıl olduğunu kavramaya çalışmayan kaba, cahil ve zalim kimselerin, daveti baltalamalarına, müminlere baskı uygulayıp yok etmeye çalışmalarına kapı aralamamak kısacası hak dini ve müminleri korumak olmuştur. 

Hz. Musa’ya inanan bazı insanlar, imanlarını gizli tutmuş ve Hz. Musa, İsrailoğullarını bir gece gizlice Mısır’dan çıkartmıştır. Hz. Yakub, oğlu Hz. Yusuf’tan rüyasını kardeşlerine anlatmamasını talep etmiş ve yine diğer oğullarından Mısır’a farklı kapılardan girip dikkat çekmemelerini istemiştir. Ashâb-ı Kehf, zalimlerin şerrinden kurtulmak için bir mağaraya gizlenmiştir… Fakat biz daha ziyade Allah Resûlü’nün hayatına odaklanmak ve davetinde, karşısına çıkan realiteleri ne kadar dikkate alıp bunlar karşısında nasıl hareket ettiğini ortaya koymak istiyoruz.

İlk Üç Yıl Davetin Ferdi Olması

Mekke döneminin ilk üç yılında İslam’a davet, müşriklere sezdirilmeden ve ferdi bir şekilde yürütülmüştür. Allah Resûlü’ne, “Ayağa kalk ve uyar!”2 ayetiyle uyarıda bulunması emredilmiş fakat bu uyarıyı kimlere ve nasıl yapması gerektiği açıkça ifade edilmemiştir. Bunun üzerine Allah Resûlü, akrabaları, dostları, ticaret arkadaşları arasından iyi tanıdığı, güvendiği, inanmasa bile kendisine yapılan daveti ifşa etmeyecek insanlara tek tek ulaşmış ve onları İslam’a davet etmiştir. Kendisine inananları da aynı şekilde hareket etmeye yönlendirmiştir. Risaletin dördüncü yılında “Şimdi sen, sana ne emredilmişse onu açıkça onlara söyle! O müşriklere aldırma!”3 ve “Önce en yakın akrabalarını uyar!”4 ayetlerinin inmesiyle birlikte açıktan ve toplu davete başlamıştır.5

Kur’ân, hadis ve sahabe hayatında bu malumatı doğrulayan birçok bilgi, işaret ve açıklama yer almaktadır. Öncelikle “Şimdi sen, sana ne emredilmişse onu açıkça onlara söyle!” ayetindeki “صدع” kelimesi, davetin gizli bir şekilde yapıldığına işaret etmektedir. Zira bu kelime, sözlükte “kapalı olan bir şeyi açıp içindekini ortaya çıkarmak ve bir şeyi açıkça ilan etmek”manalarına gelmektedir. Yine aynı ayetteki “O müşriklere aldırma!” beyanı da dördüncü yıla kadar ki ihtiyat ve temkinin sebebine işaret etmekte ve artık bu sebebin, en azından “davette” dikkate alınmaması gerektiğini haber vermektedir. Peşinden inen “Önce en yakın akrabalarını uyar!” ayeti de açıktan ve toplu davete, nereden başlaması gerektiğini göstermektedir. 

Böylece“Ayağa kalk ve uyar!”emrinde çerçevesi çizilmeyen ve tatbikatı Allah Resûlü’ne bırakılan “uyarma işi” bu ayetlerle birlikte netliğe kavuşturulmuştur. Fakat burada da o güne kadar kimlerin Müslüman olduğunu, bu insanlara nasıl ulaştığını ve nerede yetiştirdiğini açıklaması kendisinden istenmemiştir. Bundan dolayı Risalet’in kırkıncı gününde başlayan Dâru’l-Erkam’daki faaliyetler, üç yıl daha ihtiyat ve temkin içerisinde devam etmiştir.

İlk Müslümanların yaşadığı hadiseler de bu dönemde davetin Mekkelilere hissettirilmeden yürütüldüğünü gösterir. Bu çerçevede ilk vahyin indiği gün hane-i saadette kılınan namaza şahit olan ve ne yaptıklarını soran Ali İbn-i Ebî Talib’e Allah Resûlü, İslam’ı anlatmış, düşünmesi için vakit vermiş ve “Ey Ali!  Şayet İslam’a evet demezsen bu daveti gizli tut!”buyurmuştur. “Evet!” diyen Hz. Ali, Müslümanlığını, farkına varıncaya kadar babası Ebû Talib’e bile haber vermemiştir.

Hira’da yaşanan gelişmeleri haber alır almaz kardeşi Üneys’i hemen Mekke’ye gönderen Ebû Zerr el-Gıfarî, onun getirdiği malumatla mutmain olmamış ve onun da yönlendirmesiyle gizlice Mekke’ye gelmiştir. Bir müddet Kâbe’nin örtüsü altına gizlenmiş ve kendisini fark eden Hz. Ali’nin de yardımıyla gizlice Allah Resûlü ile buluşup Müslüman olmuştur. Allah Resûlü, kendisine “Ey Ebû Zerr! Bu işi gizli tut! Memleketine dön. Bizim açığa çıkışımız sana ulaşınca dönüp gelirsin.”buyurmuştur. O, kalmak hatta Müslümanlığını ilan etmek istediğini söyleyince Allah Resûlü, “Mekkelilerin kendisini öldürmesinden endişe ettiğini”haber vermiştir. Bu da niye daha ilk günlerden böylesi bir strateji belirlendiğini açıkça ortaya koymaktadır. Nitekim Ebu Zerr ısrar edince Allah Resûlü sükût buyurmuş, o da Kâbe’ye gidip Müslümanlığını ilan etmiştir. Öldüresiye dövülen Ebu Zerr’i Mekkelilerin linç girişiminden son anda Hz. Abbas kurtarmıştır.6

İlk vahyi haber alınca Mekke’ye koşanlardan birisi de Amr İbn-i Abese’dir. Allah Resûlü’nü bulup, kendisine birtakım sorular sormuştur. Sorduğu son soru da “yanında kendisine inanan kimin bulunduğu” olmuştur. Soru sorarken kullandığı kaba üsluptan dolayı dikkatli hareket eden Allah Resûlü, -o anda yanında bulunan Hz. Ebû Bekir ve Hz. Bilal’i kastederek- “Bir hür ve bir de köle!”cevabını vermiş; her ihtimale karşılık “Ebû Bekir ve Bilal” dememiştir. Aldığı cevaplarla ikna olan ve İslam’a giren Amr İbn-i Abese’ye Allah Resûlü, “Sen bugün burada yaşamaya güç yetiremezsin. Benim ve insanların halini görüyorsun!? Ailenin yanına dön. Duydun ki Ben açığa çıktım işte o zaman dön gel bana.”buyurmuş ve onu da memleketine göndermiştir. Hz. Amr İbn-i Abese, Allah Resûlü’nün yanına gelişinin davetin ihtiyat ve temkin içerisinde yapıldığı döneme denk geldiğini açıkça ifade etmektedir.7 

Hem Ebû Zerr’in hem de Amr İbn-i Abese’nin memleketlerine gönderilmek istenmesi de ayrıca bir dikkat örneğidir. Çünkü dışardan gelen bu “yabancıların” Allah Resûlü’nün etrafında dolaşması, Mekkelileri daha bir işkillendirebilir zaten var olan gerginliği daha da tırmandırabilirdi. Halbuki O (aleyhissalâtu vesselâm), hem inananları Mekkelilerin zulmünden korumak hem de var olan gerginliği en aza indirmek istiyordu. 

Mekke’deki bu sürece işaret eden bir hususu da insanların Müslümanlığını gizlemeleri teşkil eder. Bir gün Medine’de Hz. Mikdad’ı karşısına alan Allah Resûlü, ona “Kafirlerin arasında bir kişi olsa ve imanını gizlese sen de onunla karşı karşıya gelsen o da imanını açığa vursa onu öldürebilir misin!? (Elbette öldüremezsin!) (Unutma!) Sen de hicretten önce Mekke’de imanını böyle gizliyordun.” buyurmuştur.8 Mekke’de yedi kişi hariç hemen hemen herkes ilk yıllarda imanını gizli tutmuştur.9  Ashâbın Müslümanlığı, dördüncü yılda Mekkelilerin başlattığı takip, ihbar ve tazyik neticesinde ortaya çıkmaya başlamıştır.10

İnsanların kendilerinin kaçıncı Müslüman olduğunu ifade ederken yaptıkları sıralama ve bu çerçevede oluşan farklı rivayetlerde davetin gizli olduğuna delalet eden ayrı bir husustur. Zira herkes kendi Müslümanlık sırasını, bildiği insanların sayısına göre hesaplamakta ve haber vermektedir. 11

Allah Resûlü’nü üç yıl boyunca bu şekilde ihtiyatlı hareket etmeye götüren sebepler, girişte bahsedilen genel esasların yanında özelde de şunlardır: 

  • Yukarda da bahsedildiği üzere ilk inen ayetlerde herkesi topluca ve aleni bir şekilde İslam’a davet etmesinin emredilmemesi
  • Vahyin indiği ilk gün Varaka İbn-i Nevfel’in dikkat çektiği daha önceki peygamberlerin tecrübesi. Allah Resûlü’ne yalanlanacağını, eziyete maruz bırakılacağını, zulme uğrayacağını, kendisine savaş açılacağını hatta memleketinden çıkmak zorunda kalacağını haber vermişti.
  • Daha ilk gün Hira’da yaşananları duyan Mekkeliler, bu önemli gelişmeyi, alay, küçümseme ve delilik ithamıyla karşılamış ve ilerleyen günlerde takınacakları tavrın ilk işaretlerini vermişti. Her gelişmenin üzerine kaba güçle yürüyen, insanlara inanç hürriyeti vermeyen, kendisinden olmayana hayat hakkı tanımayan bu kibirli ve katı insanlar, Allah Resûlü’nü dinlemeye ve anlamaya çalışmayacak, hased, kin ve nefretle oturup kalkacak, Allah’ın nurunu söndürmeye ve O’nu (sas) bitirmeye çalışacaklardı. Şirkin, şerrin, şehvetin ve şiddetin hayat felsefesi haline geldiği cahiliye toplumu içerisinde, kaba kalabalıklar karşısında ve kuvvetler dengesinin bulunmadığı bir zemindeydi. Ama her halükârda vazifesini yerine getirmeli, gönülleri Cenab-ı Hak ile buluşturmalıydı.
  • Allah Resûlü, Mekkelilerin atalarından tevarüs ettiği cahiliye kültürüne nasıl sıkı tutunduklarını, farklı duygu ve düşüncelere karşı ne kadar kapalı, kaba ve katı olduklarını, çıkarlarına dokunulduğunda nasıl hemen şiddete başvurduklarını çok iyi biliyordu.
  • Allah Resûlü’ne inananların büyük çoğunluğunu gençler oluşturuyordu. Ortalama 18 yaşında bulunan bu gençlerin, Müslümanlara hayat hakkı bile tanımayan müşriklerin şerrinden korunması ve yetiştirilmesi gerekiyordu.

Bütün bunlar en makul yolun, insanların tek tek davet edilmesi ve davetin de şimdilik kimseye duyurulmaması olduğunu gösteriyordu. Mekkeliler, ilk günden itibaren vahyi biliyor fakat Allah Resûlü’nün insanları İslam’a davet edip etmediğini bilmiyordu. Bundan dolayı daveti öğreninceye kadar Allah Resûlü’ne tepkileri alay, iftira ve değişik ithamlarla sınırlı kalmıştı.

Dâru’l-Erkam 

Bir taraftan insanları fert fert İslam’a davet eden Allah Resûlü, diğer taraftan inananları korumaya ve yetiştirmeye çalışıyordu. Kendisi ile buluşmakta sıkıntı çeken ilk Müslümanlar, namazlarını gözden ırak yerlerde ikame ediyorlardı. Fark edildiklerinde saldırıya maruz kalıyor ve işkenceye tabi tutuluyorlardı. Hz. Sa’d İbn-i Ebî Vakkas’ın böylesi bir saldırıya maruz kalması ve dayanamayıp karşılık vermesi, Allah Resûlü’nü güvenli bir mekân arayışına sevk etmişti.12 Burada hem onların dertlerini dinleyip çözüm üretebilir, kalbi İslam’a ısındırılan insanlarla buluşup davette bulunabilir, Kur’ân’ın mesajlarını onlarla paylaşabilir ve onları, Mekkelilerin şiddetinden koruyabilirdi.

İlklerden genç yaştaki Erkam İbn-i Ebi’l-Erkam, Safa tepesindeki evini teklif etmiş ve bu teklif kabul edilmişti. Artık Allah Resûlü, Müslümanlarla dikkat çekmeyecek şekilde ve vakitlerde burada buluşuyor; Dâru’l-Erkam’ı bir merkez ve mektep olarak kullanıyordu.13 Burada birçok insan yetiştiren, birçok insanın gönlüne giren Allah Resûlü, Hz. Ömer’in Müslüman oluşuna kadar yaklaşık altı yıl burada eğitim faaliyetlerine devam etmişti. Hz. Ömer’in ‘Niçin gizleniyoruz artık dışarı çıkalım!’ teklifiyle de Dâru’l-Erkam’dan çıkılmıştı. Çıkıldıktan birkaç gün sonra başlayan ve üç yıl en acımasız şartlarda sürdürülen boykot, adeta Hz. Ömer’in sorusuna fiili bir cevap olmuştu.

Habeşistan Hicreti

Dördüncü yılda açıktan ve toplu davetin başlamasıyla öfkelenen Mekkeliler, “Acaba daha önce de birileri İslam’a davet edilmiş ve girmiş olabilir mi?” düşüncesiyle geniş çaplı bir takibat ve tahkikat başlatmış, ihbar vb. yollarla onlarca insanın Müslüman olduğunu ve İslam’ın Mekke’deki hemen her haneye ve kabileye girdiğini öğrenmişlerdi. Çılgına dönen Mekkeliler, insanların kendi hür iradeleriyle yaptıkları tercihlere karşı şiddete başvurmaya başlamış, tespit ettikleri Müslümanları, dayanılmaz işkencelere maruz bırakmış hatta öldürmeye başlamışlardı. Onların bu tutumu, Allah Resûlü’nün davet meselesini üç yıl boyunca temkin içerisinde ve ferdi bir şekilde ele almasının ne kadar isabetli bir yol olduğunu da ortaya koyuyordu. 

Yaklaşık bir yıl beş ay süren bu işkence döneminde Müslümanların iyice bunaldığını, onlara yapılan bu zulmün başkalarında korku meydana getirdiğini ve korku atmosferinde insanların İslam’dan uzak durduğunu gören Allah Resûlü, Müslümanları emniyette olacakları ve huzur içerisinde dinlerini yaşayacakları adil ve Hristiyan hükümdar Necaşî’nin memleketine göndermeye karar vermişti.14  

Mekkelilerden gizlediği Müslümanları, adaletin hüküm sürdüğü Habeşistan’dan, Hristiyan Habeş halkından ve idaresinden gizleme gereği duymamıştı. Zira Habeşistan’da hukuk hakimdi ve insanlar, inançlarından dolayı baskılara maruz kalmıyorlardı. Zaten Mekke’deki gizliliğin sebebi Kur’ân ya da Allah Resûlü değildi. İslam’da esas olan hürriyet, şeffafiyet ve adaletti. Mekkelilerin, kendi kabullerinin dışındaki hak ve hakikatlere tahammülsüzlüğü ve bunun beraberinde getirdiği hukuksuzluklar, Allah Resûlü’nü ihtiyatlı olmaya, güzergâh emniyetini temin etmeye ve temkinli davranmaya sevk etmişti. Bu çerçevede Habeşistan’a hicret kararını da gizli tutmuş ve Müslümanları, hiçbir gerginliğe sebep olmadan Mekke’den çıkartmıştı. Durumu fark eden Mekkeliler, Allah Resûlü’nün endişelerinde ne kadar haklı olduğunu ispat edercesine muhacirlerin peşine düşmüş, yakalayamayınca da teslim almak için adamlar göndermişti.

Zimmetleme

Mekke döneminde zalim müşriklere duyurulmadan hayata geçirilen faaliyetlerden birisi de zor durumda bulunan Müslümanların maddi ve manevi ihtiyaçlarının giderilmesi için geliştirilen zimmetleme sistemi olmuştur. Hz. Ömer’in Müslüman olunca fark ettim dediği zimmetleme sisteminde Allah Resûlü, hali vakti yerinde ve problem yaşamayan Müslümanlara, zor durumda bulunan ya da Müslümanlığını gizlemek durumunda kalan iki kişiyi zimmetlemiştir. Bunlar da hem onların dertleriyle ilgilenmiş hem de yeni inen Kur’ân sûrelerini onlara ulaştırmıştır. Hz. Ömer’in Müslüman olma sürecinde ortaya çıkan Hz. Habbab’ın Ta Ha Sûresi’ni Hz. Fatıma Bint-i Hattab’a ve Hz. Said İbn-i Zeyd’e öğretmesi bu durumun en açık örneklerinden biridir.15

Boykot Dönemindeki Muavenet ve Davet

Müslümanların Habeşistan’daki varlığına da tahammül edemeyen Mekkeliler, onları teslim almak için adamlar göndermiş ama Necaşî’nin hakkaniyetine takılmışlardı. Çok geçmeden Hz. Hamza ve Hz. Ömer’in de İslam’a girmesiyle dengelerini tamamen yitirmiş ve Allah Resûlü’nün varlığını ortadan kaldırmak için harekete geçmişlerdi. Bu sefer de O’nun akrabalarına toslamış ve en sonunda ağır bir boykot kararı almışlardı. Buna göre kimse Haşim ve Muttaliboğullarıyla alışveriş yapmayacaktı. Böylece onlar açlığa ve açlıktan ölüme mahkûm edileceklerdi. Şi’bi Ebî Talib’e taşınan Allah Resûlü ve akrabaları, tam üç yıl yokluklar içerisinde burada kalacak ve gizlice kendilerine ulaşan yardımlarla bu süreci atlatacaklardı. Üstelik boykot sürecinde de Allah Resûlü durmamış, gizli ve açık alternatif yollar bularak davetine devam etmişti.16

Taif Yolculuğu ve Sakif’in İleri Gelenlerini Davet

Allah’ın da yardımıyla boykot yıllarını geride bırakan Allah Resûlü, kendisine sahip çıkan amcasını ve eşini kaybedince Mekke’nin dışına açılmaya karar vermiş ve yanına Hz. Zeyd İbn-i Hârise’yi de alıp gizlice Taif’e hareket etmiştir. Varınca ilk olarak Sakîf’in ileri gelenleriyle buluşmuş, onları İslam’a ve kendisine destek olmaya davet etmiştir. Onlar kabul etmeyince bu sefer de onlardan bu daveti gizli tutmalarını talep etmiştir.17 Zira Mekkelilerin bu durumu haber alması hem O’nun tekrar Mekke’ye dönüşünü zorlaştırabilir hem de İslam karşıtlığında yalnız olmadıklarını bilmek Mekkelileri daha bir azgınlaştırabilirdi. Nitekim Sakif’in ileri gelenleri durumu Mekke’ye haber verince iki sonuçta ortaya çıkmıştır. Allah Resûlü iki ay Mekke’ye girememiş girince de her zamankinden daha ağır baskılara maruz kalmıştır.

Akabe Buluşmaları ve Beyatları

Risaletin on birinci yılında altı Yesribli’nin Mina’da Allah Resûlü’nün davetine müspet karşılık vermesi, ilerde büyük değişimlere ve tarihi dönüşümlere sebebiyet verecek yeni bir süreci başlatmıştı. Bir yıl sonra onlarla ve yanlarında getirdikleri altı yeni insanla Akabe’de gizlice buluşan Allah Resûlü, hepsinden beyat almıştı. Risaletin on üçüncü yılında gerçekleşen son buluşma ise Mekke’den Medine’ye hicreti netice verecekti. Zilhicce ayının on ikisinde ikisi kadın yetmiş beş Medineli ile Akabe’de gece gizlice buluşan Allah Resûlü, onlar tarafından Medine’ye davet edilmişti.18 Sabah gece yaşanan hareketliliği haber alan Mekkeliler, Akabe’de Allah Resûlü ile buluşup beyat edenlerin peşine düşmüşse de Sa’d İbn-i Ubade hariç kimseyi yakalayamamış; onu da yol boyunca öldüresiye dövmüşlerdi.19

Medine’ye Hicret

Ashabın büyük çoğunluğunun ve Allah Resûlü’nün Medine’ye hicreti de Habeşistan hicreti gibi gizlice gerçekleşmişti. Zira Mekkelilerin Müslümanlara tahammülsüzlüğünün sadece Mekke’yle sınırlı olmadığı Habeşistan hicretinden sonra yaşanan gelişmelerle açıkça ortaya çıkmıştı. Kendisini öldürmek için toplanan Mekkelileri arkada bırakıp Sevr’e çıkan Allah Resûlü, Medine’ye hareket etmeden önce üç gün burada kalmış ve müşrikler, Medine güzergahını aramayı bırakınca hicret yolculuğuna koyulmuştu. Nereye gittiklerini hane sakinlerine bile haber vermeyen Allah Resûlü ve Hz. Ebû Bekir, ihtiyat ve temkin içerisinde bilinen yola yakın bir güzergâh takip ederek Kuba’ya ulaşmışlardı. Ölü ya da diri yakalanıp Mekke’ye getirilmeleri karşılığında başlarına konan 100 deve ödülü, bu gizliliğin arkasındaki sebebi izaha tek başına yeterlidir.

Netice

Buraya kadar anlatılan örnekler açıkça göstermektedir ki Allah Resûlü’nün Mekke döneminde ortaya koyduğu gizliliğin temel sebebi, zalim Mekkelilerdir. Onların zulüm ve baskılarına karşılık Allah Resûlü, İslam’ın yaşanması ve Müslümanları korunması için ihtiyatlı hareket etmek zorunda kalmıştır. Gizlice Mekkelilere ve onların değerlerine karşı yapılan hiçbir saldırı olmamıştır. Eğer Mekkeliler, insanların dini tercihleri hususunda ölüme varan baskılar kurmasalardı ve herkese seçme hürriyeti ve dinini yaşama serbestisi tanısalardı bunlara da ihtiyaç duyulmayacaktı. 

Daha önce de ifade edildiği üzere Müslümanların bizzat Allah Resûlü tarafından Hristiyan ve adil Necaşî’nin memleketine gönderilmesi bunu açıkça göstermektedir. Yine Medine döneminde bunların hiçbirisine ihtiyaç kalmamıştır. Zira Allah Resûlü, orada farklı kimliklerin birlikte ve huzur içerisinde yaşayacağı bir zemin oluşturmuş, Mescidinin kapısını yirmi dört saat herkese açık tutmuş ve Müslümanlığı bütün berraklığıyla her zeminde temsil ve tebliğle ortaya koymuştur. Hatta bölgedeki bütün devlet başkanlarına davet mektupları göndermiş ve varlığından herkesi haberdar etmiştir. Sadece savaş zeminlerinde ortaya konulan bir gizlilik söz konusudur ki bu, zaten savaş sürecinin ayrılmaz bir parçasıdır. 

Dine davette ve dini yaşamada esas olan açıklık da olsa temel hak ve hürriyetlere tahammülsüz ve zalim yöneticiler yüzünden Allah Resûlü, dikkatli hareket etmiş ve ashâbını onların insafına bırakmamıştır. İnsanlara gönül verdikleri manevî ve ahlakî değerleri, öğrenme, öğretme ve yaşama hakkı verildiği müddetçe esas olan açıklıktır. Ama inandıkları ve yaşadıkları dini değerlerden dolayı, en temel haklarından bile mahrum bırakılıyorlarsa, zulüm, baskı ve tecrite uğruyorlarsa, haklarını arayacakları mecralar yüzlerine kapanıyorsa dikkatli hareket etmeleri Nebevî bir yol ve en doğal durumdur.

Dipnot:

  1. Bkz. Ankebût Sûresi, 29/18; Nûr Sûresi, 24/54
  2. Müddessir Sûresi 74/2
  3. Hicr Sûresi, 15/94
  4. Şuara Sûresi, 26/214
  5. Bkz. İbn-i Hişâm, Sîre 120; İbn-i Sa’d, Tabakât 1/145, 146
  6. Bkz. Buhârî, Menâkıb 11
  7. Bkz. Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn 52 (294/832); Beyhakî, Delâil 2/168
  8. Buhârî, Diyyât 1
  9. İbn-i Hişâm, Sîre
  10. Bu çerçevede Hz. Abbas ve ailesi, Halid İbn-i Velid’in annesi, Nuaym İbn-i Mesud, Hz. Musab İbn-i Ümeyr, Hz. Ömer’in kız kardeşi Hz. Fatıma ve eniştesi Hz. Said İbn-i Zeyd örnek olarak zikredilebilir.
  11. Örnekler için bkz. İbn-i Sa’d, Tabakât 3/139; Taberî, Tarih 2/317; Hâkim, Müstedrek 3/342
  12. Bkz. İbn-i Hişâm, Sîre 120
  13. Hâkim, Müstedrek 3/397; İbn-i Sa’d, Tabakât 3/116
  14. Bkz. İbn-i Sa’d, Tabakât 1/148, 149
  15. Bkz. Beyhakî, Delâil 2/216; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe 4/140; Heysemî, Keşfü’l-Estâr 3/169; Ahmed İbn-i Hanbel, Fedâilu’s-Sahâbe 1/285; İsbehânî, Sîyeru’s-Selefi’s-Sâlihîn 1/94
  16. Bkz. İbn-i Hişâm, Sîre 163, 164
  17. Bkz. İbn-i Hişâm, Sîre 193
  18. Bkz. İbn-i Hişâm, Sîre 202
  19. Bkz. İbn-i Hişâm, Sîre 206; İbn-i Sa’d, Tabakât 1/162
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.