Kur’ân ve Sünnet’te Şiddete Kaynak Gösterilen İfadeler ve Meselenin Aslı
Özü itibarıyla İslâm, barışın simgesi olmakla birlikte maalesef bugün o, dünya genelinde hep şiddetle anılmakta, gerek düşmanlarının entrikalarıyla gerekse müntesiplerinin yanlış temsiliyle olumsuz bir algının kurbanı olarak resmedilmektedir.
Onu şiddet ile birlikte pazarlamaya çalışanların ileri sürdükleri bazı âyet ve hadisler, öncesi ve sonrasından koparılarak cımbızlanan nasslardır ve gerçeğin bütününü asla ifade etmemektedir. Bunu, herkesin bildiği bir örnekle ifade etmek gerekirse, “İçkili iken namaza yaklaşmayın!”[1] şeklindeki âyetin sadece “Namaza yaklaşmayın!” tarafı alınıp pazarlanmakta ve âyette ifade edilmek istenen maksadın tam aksi bir anlam üretilmek istenmektedir. “Vurun!”, “Kırın!”, “Dökün!” ve “Öldürün!” gibi cımbızlanmış ifadelerden hareketle şiddetin parçası hâline geliveren ve bunları yaparken de İslâmî kisveye bürünen insanların oluşturduğu görüntü, üretilmek istenen bu anlamı pekiştiren bir dayanak olarak sunulmakta, böylelikle İslâm’ın aklardan daha ak olan alnına silinmez karalar sürülmeye çalışılmaktadır.
Mesela Bakara Sûresi’nin 191. âyetindeki “Onları nerede bulursanız öldürün!”, Enfal Sûresi’nin 39. âyetindeki “Dünyada fitne kalmayıp din, tamamen Allah’a ait oluncaya kadar onlarla savaşın!” ve Tevbe Sûresi’nin 5. âyetindeki “O hâlde, haram aylar çıkınca artık öbür müşrikleri nerede bulursanız öldürün!” ifadeleri bu şekilde bağlamından kopartılarak ele alınmaktadır. Hâlbuki ilgili ifadeler öncesi ve sonrasındaki âyetlerle bir bütün olarak incelense görülecektir ki bunlar, işlemekte olan bir sürecin belli bir aşamasını ifade etmektedir:
Bakara Sûresi 191. âyetin bir öncesindeki âyette “Sizinle savaşanlara karşı, siz de Allah yolunda savaşın; fakat haksız yere saldırmayın. Muhakkak ki Allah haddi aşanları sevmez.” buyurulmakta ve Müslümanlardan meşru müdafaa hakkının kullanılması istenmektedir. Bunu yaparken herhangi bir haksızlık irtikâp etmemeye de ayrıca dikkat edilmesi talep edilmektedir. 191. âyetteki ilgili kısmın devamında ve 192. âyette ise “Sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın! Fitne (dinden döndürmek için işkence yapmak), adam öldürmekten beterdir. Yalnız onlar, Mescid-i Haram’ın yanında sizinle savaşmadıkça, siz de onlarla orada savaşmayın; fakat onlar size savaş açarlarsa siz de onlarla savaşın! İşte kâfirlerin cezası böyledir. Şayet onlar vazgeçerlerse (siz de savaştan vazgeçin). Zira Allah çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur.” buyurulmaktadır.
Tevbe Sûresi’nin 5. âyetinden önceki âyetlerde ise imzaladıkları anlaşmaya sadık kalmayıp ihanet eden müşriklere “Allah ve Resûlünden, kendileriyle anlaşma yaptığınız müşriklere son ihtar!”[2] denilerek ültimatom verilmekte, “Bugünden itibaren yeryüzünde dört ay istediğiniz gibi dolaşın ve şunu bilin ki siz Allah’ın elinden hiçbir şekilde kaçıp kurtulamazsınız ve Allah kâfirleri rüsvay edecektir.”[3] buyurularak dört aylık bir müddet tanınmakta, “Bu Büyük Hac günü, Allah ve Resûlü’nden insanlara şunu ilan edin ki: “Allah da Resûlü de müşriklerden berîdir. Şayet şirkten tövbe edip tevhide yönelirseniz bu, elbette sizin için daha hayırlı olur. İyi biliniz ki siz Allah’ın elinden kurtulamazsınız. Kâfirleri pek acı bir azapla müjdele!”[4] buyurularak kendilerine bu süre içerisinde bir çıkış yolu sunulmaktadır. Ardından da “Ancak kendileriyle antlaşma yapmanızdan sonra şartları hiçbir şey eksiltmeksizin tamamen yerine getiren ve sizin aleyhinizde hiçbir kimseye destek vermeyen müşrikler, bu hükmün dışındadırlar. Bunlarla sözleşmenin müddeti tamamlanıncaya kadar antlaşma şartlarına riâyet edin. Allah, Kendisine karşı gelmekten, özellikle ahdi bozmaktan sakınanları sever.”[5] buyurularak imzaladıkları anlaşmaya sadık kalan müşriklerin ültimatomun kapsamı dâhilinde olmadıkları bildirilmektedir.
Bir ibaresi cımbızlanarak alınan 5. âyette ise teklif edilen çıkış yolunu kabul etmeyen müşriklere dört aylık müddet –ki bu süre zarfında başka diyarlara gitmeleri de mümkündür- dolduktan sonra anlaşmaya ihanetlerinin karşılığı olarak nasıl muamelede bulunulması gerektiği “O hâlde, haram aylar çıkınca artık öbür müşrikleri nerede bulursanız öldürün, onları yakalayıp esir edin, onların geçebileceği bütün geçit başlarını tutun. Eğer tövbe eder, namaz kılar, zekât verirlerse onları serbest bırakın. Çünkü Allah Gafur’dur, Rahîm’dir (affı ve merhameti boldur).” şeklinde beyan edilmektedir. Dikkat edilirse görülecektir ki ceza olarak sadece öldürme değil, esir alma da zikredilmektedir. Esir alınanlar için de tevbe kapısının her zaman açık olduğu, iman edip İslâm’ın gereklerini yerine getirirlerse serbest bırakılacakları da kaydedilmektedir.
Hemen sonrasında gelen âyetler ise yapılan cımbızlamanın ne kadar yanlış olduğunu göstermesi açısından daha net bir manzara ortaya koymaktadır. Zira 6. âyette “Eğer müşriklerden biri senden sığınma hakkı isteyip yanına gelmek isterse, sen ona güvence ver, ta ki Allah’ın kelamını dinlesin, düşünsün. Sonra şayet Müslümanlığı benimsemezse onu, kendisini güvenlikte hissedeceği yere (vatanına) ulaştır. Öyle! (Bu sığınma ve gönderme işlemini yapmalı) zira onlar İslâm’ın gerçek mahiyetini bilmeyen bir topluluktur.” buyrulmakta ve müşriklerin sığınma talebinin onların İslâm’ı daha yakından tanıması adına kabul edilmesi ve eğer İslâm’ı kabul etmezlerse güvenlikte olacakları bir yere ulaştırılması istenmektedir. 7. âyette bu naklin sebebi “O müşriklerin Allah yanında, Resûlü yanında nasıl olup da bir ahitleri olabilir ki! (olamaz, zira onlar daima hainlik edip verdikleri sözden dönerler).” denilerek izah edilmekte ve yine “Mescid-i Haram’ın yanında antlaşma yaptıklarınız bundan müstesna olup, onlar size karşı dürüst davrandıkça siz de onlara dürüst davranın! Allah, Kendisine karşı gelmekten, özellikle ahdi bozmaktan sakınanları sever.”buyrularak anlaşmaya sadık müşriklerin bu muamelenin dışında tutulması emredilmektedir.
“Dünyada fitne kalmayıp din, tamamen Allah’a ait oluncaya kadar onlarla savaşın.” kısmı cımbızlanarak ele alınan Enfal 39. âyetin öncesinde “Ey Resûlüm! O kâfirlere de ki: “Eğer Peygambere düşmanlıktan vazgeçip İslâm’a girerlerse daha önceki suçları bağışlanacak. Yok, eğer dönüp tekrar düşmanlığa başlayacak olurlarsa, zaten emsallerinin başlarına gelen hâller gözlerinin önünde!” buyrularak Efendimiz’den ehl-i küfre bir çağrı yapması istenmekte ve onların buna müspet cevap vermeyip tekrar Müslümanlara düşmanlık yapmaya başlarlarsa nasıl bir karşılık bulacakları, daha önce aynı zulmü yapanların başlarına gelenler hatırlatılmak suretiyle ifade edilmektedir. Devamında ise Müslümanların dinlerini rahatça yaşamalarına ve hür bir şekilde kimseyi incitmeden dünyadaki başka insanlara anlatmalarına fitneyle engel olanlar karşısında, inanç ve irşad hürriyetini temin etmek için nasıl hareket etmeleri gerektiği “Dünyada fitne kalmayıp din, tamamen Allah’a ait oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer fitneden vazgeçerlerse, onları bırakın. Allah zaten onların yaptıklarını hakkıyla görmektedir.” buyurularak ifade edilmektedir. Âyetteki fitneden maksadın “müminleri şirke döndürmek için şiddet, işkence ve zulüm” ile ibadet ve irşad yollarının tıkanması olduğu zikredilmektedir. Cımbızlanan kısmın devamında böyle tıkama mevzu bahis değilse, onların inançlarından dolayı hak ettikleri karşılığın Allah’a bırakılması istenmektedir. Ardından gelen 40. âyette ise fitneyi devam ettirdikleri takdirde Müslümanların nasıl bir duruş sergilemesi gerektiği “Yok, eğer yüz çevirirlerse biliniz ki Allah sizin Mevlâ’nız! O ne güzel mevlâ, ne güzel yardımcıdır!” buyrularak ifade edilmektedir.
Aynı zamanda bilerek veya bilmeyerek bağlamından koparılan bu ifadelerle İslâm dini hakkında oluşturulmak istenen algı, Kur’ân’ın getirmiş olduğu temel disiplinlere ve O’nu hayata taşıyan Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) Sünnet’ine de terstir. Mesela irade hürriyetini bildiren “Dinde zorlama yoktur. Doğru yol, sapıklıkta;, hak, batıldan ayrılıp belli olmuştur. Artık kim tağutu reddedip Allah’a iman ederse, işte o, kopması mümkün olmayan en sağlam tutamağa yapışmıştır. Allah herşeyi işitir, bilir.”[6], “Eğer Rabbin dileseydi, dünyada ne kadar insan varsa hepsi imana gelirdi. Şimdi sen mi, imana gelsinler diye insanları zorlayacaksın?”[7], “Eğer Allah dileseydi onlar müşrik olmazlardı. Biz seni onların üzerine bekçi olarak göndermedik. Sen onların işlerini yürütmekle de görevli değilsin.”[8], “Allah’a itaat edin, Resûlullah’a da itaat edin ve onlara karşı gelmekten sakının! Eğer ona sırtınızı dönerseniz bilin ki peygamberimizin görevi sadece tebliğden ibarettir.”[9], “Allah dileseydi sizin hepinizi bir tek ümmet yapardı lâkin O, dilediğini şaşırtır, dilediğini doğru yola iletir. Şu kesin ki sizler bütün yaptıklarınızdan sorguya çekileceksiniz.”[10], “Orada apaçık alâmetler ve deliller, İbrâhîm’in makamı vardır. Kim Beytullah’a girerse korkudan emin olur. Ziyarete gücü yeten herkese Beytullah’ı ziyaret etmek, Allah’ın onun üzerindeki hakkıdır. Nankörlük edip bu hakkı tanımayana Allah’ın hiçbir ihtiyacı yoktur, o bütün âlemlerden müstağnidir.”[11], “Sen dilediğin kimseyi doğru yola eriştiremezsin; ancak Allah dilediğini doğruya ulaştırır. O, hidâyete gelecek olanları pekiyi bilir.”[12], “Zulmedenleri hariç, ehl-i kitap ile en güzel olan şeklin dışında bir tarzda mücadele etmeyin ve onlara şöyle deyin: “Biz, hem bize indirilen kitaba, hem size indirilen kitaba iman ettik. Bizim ilahımız da sizin ilahınız da bir ve aynı ilahtır ve Biz O’na gönülden teslim olduk.”[13] gibi âyetler bu çerçevede ele alınabilir.
Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki Müslümanın diğer din mensuplarını kılıçla ortadan kaldırmak gibi bir vazifesi yoktur. Zira aksi hâlde Allah, insanlara seçme hürriyeti vermez, hepsini mümin ve itaatli yaratırdı. Hâlbuki Allah, kullarını bu dünyada imtihan etmektedir.
Öncesi, sonrası ve kontekstinden koparılarak ele alınan hadisler için de aynı durum söz konusudur. “Cennet kılıçların gölgesi altındadır.” hadisini örnek olarak zikredebiliriz. İlginçtir, birileri tarafından sadece bu kısmı zikredilen hadisin öncesinde Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), “Ey insanlar! Düşmanla karşılaşmayı arzu etmeyin. Allah’tan afiyet dileyin.”buyurmakta, buna rağmen düşmanla savaşmak zorunda kalınmışsa da temel hakların korunması için nasıl ve hangi duygularla hareket edilmesi gerektiği hususunda “Onlarla karşılaştığınızda ise sabredin. Bilin ki Cennet kılıçların gölgesi altındadır.” buyrulmaktadır. Hadisin sadece “Cennet kılıçların gölgesi altındadır.” kısmının zikredilmesi İslâm’a tüm kaynaklarıyla bir bütün olarak bakamayan ve okuyamayan insanlarda yanlış anlamalara kapı aralamaktadır.
Evet, savaş, insanlık tarihi ile yaşıt bir vakıadır; insanın olduğu yerde, şiddet ve savaşın olması da mümkündür. Çünkü istek ve menfaatler her zaman aynı çizgide cereyan etmez ve çıkarların çatıştığı yerde gerginliğin olması tabiîdir. Hatta meselenin daha da ileriye götürülerek savaşların cereyan etmesi de bir realitedir. Bazen siz istemeseniz ve durdurmak için elinizden geleni yapsanız da savaşmak zorunda kalabilirsiniz. Bu durumda savaşın hakkını vermek de bir vazifedir. Zira Allah (celle celâluhû), akıl, can, mal, namus ve din olarak beş temel esası korumayı herkesten talep etmiş, Efendimiz de bu istikamette mücadele verirken ölen insanın şehid sayılacağını beyan etmiştir.[14]
Sizi düşman gören ve yok etmek için fırsat kollayanlara bu fırsatı vermemek için uyanık olmayı,[15] caydırıcı unsur olarak güç bulundurmayı,[16] yeri geldiğinde güç olarak kendini ifade etmeyi[17] ve değişik stratejilerle kendisini olduğundan bile daha güçlü göstermeyi[18] emreden de yine İslâm’dır. Bütün bunlarda yine hedef, şiddet ve savaş hevesinde olanların hevesini kursağında bırakmak, kolay lokma olmadığını önceden göstermek suretiyle kan dökme arzusunun önüne geçmektir. Daha farklı bir ifadeyle bundaki maksat, kan dökme potansiyeli olan insanların bu hedeflerine ulaşmasının önüne geçmektir ve yeri geldiğinde devreye girecek bir husustur.
Dinin neyi emredip neyi yasakladığını öğrenmenin en pratik yolu, o dini tebliğ edip bütün incelikleriyle yaşayan, etrafındakilere rehberlik ederek onların da aynı hassasiyeti yaşamalarını temin eden Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) hayatına bakmaktır. Zira bizim için din, birilerinin pazarlamaya çalıştığı değil, O’nun bizzat yaşadığı, yaşanması gerektiğini beyan buyurduğu realitedir.
İşte bu gerçek, pazarlanmak istenenden çok farklıdır; İslâm’ın, ne şiddet ne de savaşla işi vardır! Onun en birinci temsilcisi, mübelliğ ve uygulayıcısı olarak Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), en olumsuz şartlarda bile hep sulhun ve anlaşmanın yanında durmuş, en coşkun anlarda bile hissiyatı yerine hep akıl ve muhakemesiyle hareket ederek bunun en güzel ve mükemmel örneklerini sergilemiştir.
Yazar: Rıfkı Çağlayan
Dipnotlar:
[1] Nisâ Sûresi, 4/43
[2] Tevbe Sûresi, 9/1
[3] Tevbe Sûresi, 9/2
[4] Tevbe Sûresi, 9/3
[5] Tevbe Sûresi, 9/4
[6] Bakara Sûresi, 2/256
[7] Yûnus Sûresi, 10/99
[8] En’âm Sûresi, 6/107
[9] Mâide Sûresi, 5/92
[10] Nahl Sûresi, 16/93
[11] Âl-i İmrân Sûresi, 3/97
[12] Kasas Sûresi, 28/56
[13] Ankebut Sûresi, 29/46
[14] Buhârî, Mezâlim 33; Müslim, İmân 62; İbn-i Asâkir, Târih 53/166
[15] Nisâ Sûresi, 4/102
[16] Enfal Sûresi, 8/60
[17] Tevbe Sûresi, 9/123
[18] İbn-i Sa’d, Tabakât 2/102